8 Ekim 2011 Cumartesi

Karizmayı hakemler kurtardı



Son 10 yılda “Beşiktaşlılık” adıyla anılan birçok değerin artık ağız alışkanlğından başka bir şey olmadığı bu kadar çok hissettirilmemişti bize. Bizler “Beşiktaşlılık başkadır” derken Yıldırım Demirören “Beşiktaşlılık bambaşkadır!” diyor... Bizler kazanmayı değil sevmeyi özlerken, hala takdir edilmek istenen Demirören, Beşiktaş'ı patronuna borçlanmış payvon şarkıcısı haline getiriyor...
Yapılan transferler, harcanan paralar ve alınan “topçu”lardan kimse bahsetmez, ortaya çıkan takım ligin dibine demir atmış, teknik direktör değiştirmiş Gaziantepspor'u yenemezken başkan elinde dosyalarla “Şike Yapmayı Yasallaştıracak Tasarı”yı meclise sunmaya hazırlanıyor. Kısacası bizler hala Süleyman Seba'nın ağzından çıkan “şerefli ikincilikler”le övünürken o şikecilerin kıçını kurtarmaya çalışıyor. Önce bunu Demirören'in son şakası olarak değenlendirsek de o bu yolda elinden ne geliyorsa yapacak gibi görünüyor. Küme düşmeyi kaldırtacak ve “parası olan şike yapabilir, ama ne olur UEFA'ya çaktırmasın” yazılı belgeyi onaylatacak...
Bundan kısa bir zaman önce de başkan ekranlara çıkıp “play off” icadında hatırı sayılır bir rol oynamıştı. Aslında o konuda haksız da sayılmazdı. Biri bu ülke de “play off” kime yarar derse elbette Beşiktaş'a derim. Çünkü kabul etmek istemesek de üç büyükler arasında başarı ortalaması en düşük takım Beşiktaş. Her sene büyük umutlarla başladığı şampiyonluk yaraşında tutunamayan, keskin virajları bir türlü dönemeyen Beşiktaş ligi dördüncü bitirse bile şampiyonluk yarışının içinde olacak, belki de şampiyon olacak. Buradan baktığımızda Demirören'in “play off”a bel bağlaması normal görünüyor.
Gaziantepspor Beşiktaş maçı gösteriyor ki, sadece başkan değil bizim teknik direktör de “play off”a bel bağlamış. Ligin daha puan bile alamamış takımı karşısında alınan beraberlik sonrasında takımından hala umutla bahseden Carvalhal'in gözünde ligi lider bitirmek gibi bir düşünce olmadığı çok açık. O dördüncülüğün kendine yeteceğine inanıyor belli ki, bu yüzden de maç sonrasında lig ikincisiyiz derken ligde dördüncü olduğunu unutup Burcu Esmersoy'a kesik atıyor...
Hepsinden önemlisi komik bir maç öncesi vardı Gaziantep'de... Federasyon salaklıklarına devam etti ve Quaresma son dakikada Portekiz Milli Takımı'nın kadrosuna gitmek zorunda kaldı. Mehmet Ali Aydınlar belli ki Beşiktaş ve Gaziantepspor'dan hiçbir oyuncunun milli takıma çağıralacağını hesaplamış ve maçı Pazartesi'ye koymuştu. Pekçok ayıpları ve basiretsizlikleri gibi bunu ortalığı karıştırmadan örtbas etmeyi başardılar. Sonra da bir daha bu hataya düşüp kendilerini rezil etmemek için Pazartesi ve Cuma maçlarını iptal ettiler. Umarım Lig TV'den izin almışlardır...
Beşiktaş, Gaziantep deplasmanda Edu yerine Mustafa Pektemek ile sahaya çıkmıştı. Biz haftalardır bunu bekliyorduk, ama Mustafa böyle bir şey beklemediğini gösterdi. Quaresma'nın yeri zaten Holosko'yla dolmazdı, ama bunu yapmak zorundaydı Carvalhal... Atakları hızlandırır ve yönetir diye Simao'yı düşünüyordu, lakin onun daha lige başlamadığını unutmuştu. Necip belli ki Ernst kenarda otururken saygıdan olsa gerek futbol oynamak istemiyor, ama biz inatla onu oyunda tutmak istiyor, hatta ondan bitirici paslar bekliyoruz. Neyseki kırmızı kart çocuğun imdadına yetişti de rezillik yapmaktan kurtuldu. İsmail ise muhtemelen ofsayttan kırmızı kart gören ilk futbolcu olarak tarihe geçti. Yan ve orta hakem işbirliğiyle icat edilen kart Carvalhal'in ve Beşiktaş'ın beraberlik için bahanesi oldu. Kimse hakemlere kızmasın, onlar Beşiktaş'ın karizmasını kurtardı...

Gaziantepspor: 0 - Beşiktaş: 0
3/11/2011 20.00
Stat: Kamil Ocak
Hakemler: Halis Özkahya, Baki Tuncay Akkın, Ekrem Kan
Gaziantepspor: Karcemarskas, El Yasa, Emre Güngör, Ivan, Wagner (Dk. 81 Djako), Dany Nounkeu, Serdar Kurtuluş, Sosa, Cenk Tosun, Orhan (Dk. 54 Murat Ceylan), Popov
Abdullah Ercan

Beşiktaş: Rüştü, İsmail, Fernandes, Mustafa Pektemek (Dk. 68 Hilbert), Egemen, Aurelio, Ekrem, Necip, Simao (Dk. 74 Edu), Holosko, Sidnei
Carlos Carvalhal
Sarı Kartlar: Dk. 9 Orhan, Dk. 25 Wagner, Dk. 30 Serdar Kurtuluş, Dk. 79 Sosa (Gaziantepspor), Dk. 18 Aurelio (Beşiktaş)
Kırmızı Kartlar: Dk. 64 Necip, Dk. 83 İsmail (Beşiktaş)

2 Ekim 2011 Pazar

Carlos, iki bir daha kaç eder?

Galatasaray'ın aldığı UEFA Kupası’nı bir kenara bırakırsak, Türkiye'deki futbolun Avrupa’daki halini açık saçık ortaya koyan bir görüntü var zihnimde. Hiç unutamadığım ve takımlarımız sayesinde hiç de eskimeyen bir görüntü. Galatasaray, Werder Bremen’e, deplasmanda 2-1 yenilmişti. Ama bu sonuç İstanbul’da tur atlamak için umut vermiş ve herkes yenilgiye rağmen seviniyordu. Maç sonu röportaj için Teknik Direktör Mustafa Denizli’nin yanına ağzı kulaklarında koşarak gelen Bülent Karpat patlattı espriyi: “Mustafa, iki bir daha kaç eder?” Mustafa Denizli de her zamanki gazeteci memnun etme nezaketiyle cevap vermişti. Galatarasay 2-1 yenilmişti ve biz milletçe bu yenilgiyi kutluyorduk. Spikerimiz, muhtemelen diğer basın mensuplarının şaşkın bakışları arasında, yenik takımın teknik direktörünü gözlerinden öpecekti... Bu bizim kaderimizdi. Avrupa'da alınan tek farklı mağlubiyetlere üzülmüyorduk... Milletçe aldığımız sekiz farklı yenilgiler, Beşiktaş’la birlikte takım bazına da taşınınca insan kendini elbette daha kötüye hazırlıyordu. Gazetelerin spor sayfalarında ve spor gazetelerinin köşelerindeki rahata alışmış olan skor yazarlarımız nedense takımların Avrupa maçlarından sonra futbol yazarlığına soyunuyordu. Hep bir ağızdan alınan mağlubiyetin aslında ilerisi için ne kadar umut verici olduğunu söylüyorlardı. Peki, bu ilerisi neresiydi? Yüz küsur yıllık bir kulüp hala ilerisi için mi umut verecekti? Şimdi zaman neredeydi, ilerisi nerede, peki ya geçmiş? Hep mi önümüzdeki maçlara bakacaktık biz?
Tuncay Şanlı transfer olmadan önce çok az insan tanıyordu Stoke City'i Türkiye'de. Hatta ben hala Tuncay'ın eski takımı olarak biliyorum kendilerini… Oysa maç günü gelmeden önce Stoke City, necip Türk basını tarafından neredeyse dünya futbolunun en başarılı takımlarından biri olarak gösterilmeye başlamıştı. Galibiyet hayaldi Beşiktaş için, en iyi skor beraberlik, tek farklı yenilgi ise ilerisi için umuttu demekti. Crouch, Beşiktaş'ı perişan edecekti. Tamam, onun gözünde Beşiktaş armasının bir karizması yok, hatta Beşiktaş onun içinde öyle ya da böyle forma bulduğu bir maçta iki gol atmak ve Şampiyonlar Ligi’nin en farklı galibiyetinde kazanan tarafta olmaktı… Elbette Beşiktaş’ı ciddiye almayacak ve eski günlere nazire yaparcasına fark atarız diyecekti... Adam haklıydı, futbol biraz da psikolojik bir savaştı... Bizim basınının harika futbol oynadığı yönünde ahkamlar kestiği Stoke City'nin tüm atak varyasyonları yüksek top üzerine kuruluydu. Yani pek bir çeşitlilik yoktu. Yerden oynanan oyunda zayıftılar ve bu yüzden de çimleri ıslayarak rakibin hızını kesmek istiyorlardı. Ve nedense herkes Beşiktaş'ın top becerisi oldukça yüksek bir hücum hattına sahip olduğunu unutuyordu. Ya da görmek istemiyordu... Beşiktaş maçı çok kolay kazanabilirdi…
Maç başladığında her şey çok basitti. Hatta bir teknik direktör için hiçbir zorluğu olmaması gereken bir maçtı bu, ama Carlos Carvalhal maçı kaybetti. Hakeme bahane bulmasının bir anlamı yoktu maç sonunda; maçı Edu ve Necip ile ikinci yarıya başlayarak kaybetti. Hilbert'in attığı gol sonrasında Beşiktaş gol yemeden bir 10 dakika geçirebilseydi soyunma odasına gitmeden bile farkı arttırabilirdi. Ama elindeki oyuncularla bunu yapması imkansızdı. Beşiktaş rakibine psikolojik olarak zaten yenilmişti. Rakip, ceza sahası yakınlarında ne zaman duran top kazansa, buna taç da dahil, Beşiktaş defansının içinde bir telaş başlıyordu. Adam paylaşımında yaşanan bir telaş, duracak yer bulamama telaşı… Rakibin uzun boylu oyuncularının yarattığı stres ve ortaya çıkan kendine güvensizlik… Halbuki bu kulelerden oluşan arkadaşlar, Tony Pulsen'in yarattığı korkunç taktik sayesinde, 6 maçta sadece 4 gol atabilmişti. İşte Beşiktaş defansının elini ayağını dolayan harika hücum hattının becerisi buydu. Necip Türk basının korktuğu takım buydu… İşte bu yüzden Carvalhal'i bir kez daha tebrik ediyorum, oyuncularına verdiği motivasyon için...
Carlos Carvalhal, maç başlamadan biraz önce ilk açıkladığı kadroda değişiklik yapmış ve defansı üçlü stoperle kurmaktan vazgeçmişti. Bence doğru karar da buydu. Burada doğruyu yapan teknik direktör hücum hattı için aynı doğruyu yapamamıştı. Ağır ve uzun stoperler arasına ağır ve uzun bir başka adam yerleştirmişti. Edu, iki stoperin arasında kayboldu ve maç boyuncu hiçbir şey yapamadı. Formsuz olmasına rağmen Mustafa Pektemek ya da formda gibi görünen Holosko bu maçta Beşiktaş’ın skoru değiştirecek ayaklarıydı. Özellikle ikinci yarının ilk on beş dakikasında rakibin gardı tamamen düşmüş ve Beşiktaş maçı kazanmak için gol atmak için sadece bir forvete ihtiyaç duyuyorken Carvalhal maçı izliyor ama nedense Edu'nun çaresizliğini göremiyordu. Tony Pulis, aynı dakikalarda üç oyuncu birden değiştirerek takımının atak varyasyonlarını çoğaltıp maçı kazanıyordu. Kimse hakemden şikayet etmesin, top oraya gelirse penaltı da olur gol de... Golden sonra Beşiktaş tempo arttırıp maçı kazanmak için ne yapmaya çalıştı: Orta! Hava hakimiyetini zaten kabul ettiğin bir takımın ceza sahasına orta yapsan ne olur ki... Kısacası Beşiktaş, Carvalhal ve Edu sayesinde bu maçı kaybetmişti ve bence gelecek için umut da vermiyordu...
Necip Türk basını 2-1'e sevinirken “umut” dediği şey Beşiktaş'ın orta sahada pas yapmasıydı. Beşiktaş ve Tuncay'ın eski takımı arasındaki kalite farkı fazlasıyla ortadayken ve zaten rakibin orta sahada ayağa pas yapmak gibi bir taktiği ve niyeti yokken bu paslar nasıl bir “umut” oluyor cidden merak etmekteyim. Hatta pasların çoğunda top rakip sahanın ortasına kadar bile gelmedi. Beşiktaş'ın yaptığı pasların neredeyse tamamı yan ve geri pastı. Maçı özetlersek; yan paslar Beşiktaş'ın geleceği için umut oldu, ama üç puanı Tuncay'ın eski takımı aldı.
Aslında Bülent Karpat mesleğe hala devam etseydi muhakkak çok eğlenecektik. Çünkü basının sesi olarak soracaktı yine: Carlos, iki bir daha kaç eder?

Stoke City: 2 - Beşiktaş: 1
29/9/2011 22.05
Stat: Britannia
Hakemler: Antony Gautier, Michael Annonier, Emmanuel Boisdenghien (Fransa)
Stoke City: Sorensen, Shotton, Shawcross, Upson, Huth, Delap, Whitehead, Palacios (Dk. 60 Whelan), Etherington (Dk. 51 Pennant), Jerome (Dk. 59 Walters), Crouch
Tony Pulis
Beşiktaş: Rüştü, Hilbert, Sivok, Egemen, İsmail, Quaresma, Fernandes, Necip (Dk. 75 Ernst), Aurelio (Dk. 82 Holosko), Simao, Edu
Carlos Carvalhal
Goller: Dk. 13 Hilbert (Beşiktaş), Dk. 15 Crouch, Dk. 78 Walters (Penaltıdan) (Stoke City)
Sarı Kartlar: Dk. 43 Upson, Dk. 82 Whelan (Stoke City), Dk. 77 Sivok (Beşiktaş)

26 Eylül 2011 Pazartesi

“Anne gibi maç izlemek”


Futbol literatürü için bir deyim önermek istiyorum öncelikle: Anne gibi maç izlemek… Her futbolsever hayatında mutlaka bir kere yaşamıştır bunu. Aslında futbola pek de meraklı olmayan anneler çocuklarıyla zaman geçirmek için örgüleriyle birlikte televizyon karşısına geçerler. Maçı heyecansız bir dizi gibi dinlerken spikerin sesindeki şiddete göre ekran ve örgü arasında dolaşır bakışlar. Evlatlarının tavırlarından maçın durumunu çıkarmaya çalışırlar.
Aslında gerçek izleyiciler onlardır. Bizler futbolu taktikler, oyuncular, sistemler üzerinden düşünürken onlar futbolu ya da sahada oynanan neyse, onu izlerler. Sahadakilerin insan, çocuk ve evlat olduklarını akıllarından çıkarmazlar. Biz faulleri gol getirecek orta ya da duran top olarak değerlendirirken, onlar sahada canı yanan çocuğun acısını hissederler. Bizler için Veli’nin düşürülmesi penaltı, annem içinse yerde yatan ve acı çeken bir çocuktu… Onun için üzüldü. Çünkü bütün gün futbol oynayan çocuklarının sırtına terini alsın diye tülbent koymuştu zamanında, çocuğu dizleri yara içinde eve geldiğinde tentürdiyodu basmış, çocuğun yanan yarasıyla birlikte canı bir kez daha yanmıştı. Veli yerde yatarken o kendi çocuğuydu. Ama Ali Turan’a da kızmadı. “Çarpıştı” onlar diye geçirmişti içinden. Yüzümdeki gülücükten Beşiktaş’ın gol attığını anladı ve sevindi. Yine de benim gibi değildi onun sevinci. O, sevincini benim gibi başka takımın acısı üzerine kurmuyordu.
Bundan dolayı “anne gibi maç izlemek” diye bir kavram yaratılmalı. Futbola biraz da buradan bakmalı. Onu çocukların oynadığı bir oyun olmaktan öteye götürmemeliyiz… Savaşlarda nasıl çocuklar ölüyor generaller yüceltiliyorsa, futbol da artık bu hale geldi. Savaş bir an önce bitse, futbol da yine çocukça bir oyun olsa… Keşke…
Annem maçın sonralarına doğru Egemen’in formasının terden sırılsıklam olduğunu görünce “alın teriyle para kazanmak böyle bir şey” dedi. Varını yoğunu sahaya koyan bu çocuğu annem yüceltirken ben “Ne kadar kazanıyor biliyor musun?” diye cevap vermiştim. Artık benim için de futbol; sadece futbol değilmiş demek ki…
Lüleburgaz’dan doktora gelmişti annem ve maçı beraber izledik. Cemre golü kaçırsa da yetişti maça. Anneyle maç izlemenin, naifliği bir yana bırakırsak, komik yanları da yok değildi. Mesela annemin yan hakemin ofsaydı göstermek için kaldırdığı bayrağı sorması Cemre’yle bizi göz göze getirdi. “Bu neden o bayrağı kaldırıyor şimdi?” diye sordu ve bir anda bambaşka bir dünyaya adım attık. Ofsaydı nasıl anlatabilirdik ki anneme, “oyunu durdurdu” dedim. “Hata mı yaptılar?” dedi ve o an ikimiz de rahatladık, evet hata yapmışlardı. Ofsaydı anlatma illetinden kurtulmuştum. Yıllardır bu ülkede kadınların ofsaydı anlamadığını söyledi erkekler. Lakin durum şöyleydi: Kadınlar ofsaydı zor ve anlaşılmaz bir şey olduğundan değil, erkekler doğru düzgün anlatamadığı için anlamıyorlardı. Oysa kural basitti, ama anlatması çok zordu. Anneme nasıl anlatabilirdim ki bu acayip kuralı… “Hata mı yaptılar” sorusu her şeyi kolaylaştırmıştı.
Sahanın içi annemin dediği gibi tam hataydı. Beşiktaş kendi becerisinden değil, Ali Turan’ın beceriksizliğinden maç kazanıyordu. Futbol değil top oynanıyordu İnönü’de… İki takımın da kötü oynadığı bir maç için söyleyecek ne var ki. Elbette bir hiç… O yüzden de sahaya bakmak yerine “topçu”larımıza bakalım… Mesela Mustafa Pektemek’in telaşını anlamak mümkün değil, topu ayağına aldığı gibi heyecanlanıyor ve kendine umut bağlayanları hayalkırıklığına uğratıyor. Veli, futbolun en temel meselelerine biraz kafa yormalı sanki. Hayatı boyunca daha büyük bir takımda oynayamayacak. Bu şansı değerlendirse ve büyük takımda oynamanın tadını çıkarsa bari… Necip, bu performansla o formayı giymemeli. Edu’ya ise ne söyler ki insan. Sene başında Bebe sevdasıyla gönderilen Bobo’yu bu kadar özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi.

Beşiktaş: 1 – Medical Park Antalyaspor: 0
25/09/2011 20.00
Stat:
Fiyapı İnönü
Hakemler: Fırat Aydınus, Serkan Ok, Aleks Taşçıoğlu
Beşiktaş: Cenk, İbrahim (Dk. 80 Tanju), Sidnei, Egemen, İsmail, Necip, Ernst, Holosko, Veli (Dk. 68 Fernandes), Simao, Mustafa (Dk. 63 Edu)
Carlos Carvalhal
Medical Park Antalyaspor: Ömer, Ali Tandoğan, Ali Turan, Deniz, İbrahim, Musa (Dk. 74 Tita), Uğur, Kerem (Dk. 82 Kenan Özer),
Mehmet Eren (Dk. 67 Emrah), Minev, Necati
Mehmet Özdilek
Gol: Dk. 10 Simao (Penaltıdan) (Beşiktaş)
Kırmızı Kart: Deniz Barış (Maç bittikten sonra) (Antalyaspor)
Sarı Kartlar: Dk. 39 Necip Uysal, Dk. 46 Veli Kavlak, Dk. 79 İsmail Köybaşı (Beşiktaş)

24 Eylül 2011 Cumartesi

Son dakika iki gol

Doksanlı yılların sonlarından kalan sıradan bir pazartesi günü, bir konservatuvarda bir “Yaratıcı Yazarlık” sınıfı. Biraz uzağımda oturan Göksel Bekmezci'ye küçük bir kağıt gönderiyorum. Göksel notu güzelce açıyor, yazılanlara bakıyor. “Maç kaç kaç bitti?” yazıyor notta ve skoru yazdığı kağıdı bana yolluyor. Bazen golleri kimin attığını da not ediyor aynı kağıda. Dekoderi icat edip mertliği bozanlar sonrasından yoksulluğumuz maç izlememize izin vermiyor. Maç yok, gazete yok, radyo ve televizyon zaten hiç olmamış ki... Haliyle bilgiye ulaşmak çok zor. Haftasonları parasızlıktan evden çıkmadığım için pazartesi sabahları Göksel'in bir yerlerden öğrendiği maç skorlarıyla idare ediyoruz. Daha sonraki yıllarda en azından bir gazeteden maçları okumaya başlamıştık. Yani doksanlı yılların sonunda; Şifolu, Ertuğrullu, Nihatlı bilemedin Sergenli Beşiktaş vardı ve bizler o zaman futbol okurlarıydık. Futbol okuru olmak da bir meziyetti hani. Bunu başarmıştık ama. Her maçı, ertesi günü gazetelerde yazılanlar sayesinde zihnimde canlandırır ve Beşiktaş'ın o sezonki istikbaline ilişkin planlar yapardım. Göksel ile birlikte kızların ağırlıklı olduğu sınıfın hem erkek öğrencileri hem de Beşiktaşlılarıydık. Sınıfta da başka futbolla ilgilenen yoktu herhalde, olsa hatırlardım. Birlikte izlendiğimiz maçların yanı sıra bir de “Dünya Kupası” geçmişimiz var. Maçlar erken saatlerde yayınlandığından ben uyanamaz, Göksel tarafından zorla sahaya sürülürdüm. Şenol Hoca ise hiçbir zaman ilk on bir'de şans vermezdi bana.
Cemre'nin maçı izleyemeyeceği birkaç gün önceden belliydi. Uzun zaman sonra Göksel'i kapı önünde bekletmek suretiyle birlikte izleyeceğimiz maça yetiştim. İçeriye girdik, televizyonu açtık ve İstiklal Marşı başladı. İstiklal Marşı, Türkiye'de kabul edilmeyen iç savaşın dorukta yaşandığı dönemlerde maçlardan önce okunmaya başlamıştı. O zamanlar birlik beraberlik söylevleri arasında milliyetçiliği yükselterek halklar arasındaki olası düşmanlıkta safları sıklaştırmak istiyorlardı. Peki şimdi neden okunuyor bu marşlar? Belki şimdi de İstiklal Marşı'yla yabancı futbolcuları Türkleştirmeye uğraşıyorlardır kim bilir.
Bursa'da halklar kardeş değil büsbütün birbirine düşmandı. Kanlar dökülüyor, çatışmalar çıkıyor ve belli ki kimse birbirini sevmiyordu. Bursalılar Beşiktaş'ın maç satıp onları küme düşürdüğünü söylüyorlardı hala. Ama şampiyonluk maçında Beşiktaş'ı kendileri yenmişti nasılsa... Futbol denen dersin tembel ve şımarık öğrencisiydi Bursasporlular. Başarıyı kendileri kazanıyor, başarısızlığın sebebi ise, kafayı onlara takan kötü niyetli öğretmenler oluyordu. Genetiğimize yayılmış şizofrenik bir hal bu. Herkes yaşıyor, ama onlar buna biraz fazla inanıyordu. Yıllardır devam eden bu gerginlik arasında elbette futbol oynamak öylesine kolay bir iş değildi. Hatta geçen yıl buraya top oynamak için gelen bu takım bir iç savaşın ortasında bulmuştu kendini. Ne zaman ne olacağı hiç belli değildi kısaca. Yöneticiler aradaki buzları eriteceğiz diyerek sorunun daha da artmasına çanak tutuyor. Efendiliğini övdüğümüz Ertuğrul Sağlam ise kavgadan nemalanan biri gibi savaştan yana tavır alıyordu sanki.
Beşiktaş sahaya çıktığında Carlos Carvalhal şapkadan tavşan çıkarmaya çalışıyordu, Egemen'i sol bek, İsmail Köybaşı'yı da sol açık yapmıştı. Bursaspor karşısında iyi bir defans kurmak istemişti belli ki. Golü nasıl olsa duran toptan gelecek bir kafa vuruşunda bulmayı hesaplıyordu. Bu nedenle de saha içinde herhangi bir atak organizasyonu yaratmamıştı. Egemen ve İsmail'in uyumu maçın altıncı dakikasında kendini gösterdi ve Beşiktaş sıkı savunulan o kanattan gelen akında golü yedi.
Sevinç filan derken golün sahibi Bangura, Egemen'in yirmi ikinci dakikada gördüğü sarı kartın rengini kırmızıya çevirmek için yarattığı suni gerginlik sırasında hakeme sövünce oyundan atıldı. Egemen'e edilen küfürler, gol ve kırmızı kart sonrasında Carvalhal Egemen'i çıkarıp Mustafa Pektemek'i oyuna aldı. Şimdi doğruyu yaptı dedik, ama maç boyunca Beşiktaş bir tane bile organize atak geliştiremedi. Quaresma iki kişi arasında kayboldu, Simao ise ne kanatta, ne de Edu'nun arkasında oynayabildi. Haliyle biz de Göksel'le eskilerden konuşmaya başladık. Nejat Biyediç'ten başlayarak birkaç Bursasporluyu andık, Süleyman Seba'yı hatırladık. Yıldırım Demirören'in Portekiz'de Ronaldo ile yaptığı ortaklığın Beşiktaş'ı ne hale getireceğinden dem vurduktan sonra ilk yarı bitti. Haliyle ikinci yarı başladı. Tam o da bitecek derken Quaresma oyunu erken terk etti ve goller arka arkaya geldi. Bursaspor kırmızı karttan sonra iştahlanmış, seyircinin de desteğiyle farkı arttırmak için ileriye çıkmıştı. Sivok ve Holosko İsmail Köybaşı'nın ortalarında Beşiktaş'ı bir dakika içinde öne geçirdi. 80 dakika boyunca takımlarının galibiyetlerini kutlayarak Bursasporlulara Wederson'un verdiği bir hediyeydi ikinci gol.
Maçtan sonra Carvalhal, bize başka bir maç izlediğimizi hissettiren yorumlar yaptı. Ertuğrul Sağlam ise artık iyiden iyiye Bursaspor taraftarı gibi düşünmeye ve onlar gibi Beşiktaş'tan nefret etmeye başlamış. İnönü'ye çıktığı vakit kimse arkasından “adam gibi adam” diye tezahürat yapmaz her halde artık. Umarım birkaç yıl sonra Bursaspor ona da küfür etmeye başlamaz. Malum Egemen'in yaşadıkları ortada.

Bursaspor: 1 - Beşiktaş: 2
22/09/2011
Stadyum: Bursa Atatürk
Hakemler: Yunus Yıldırım, Adil Sinem, Nihat Mızrak, İlker Meral
Bursaspor: Scott Carsoın, Basser, Serdar Aziz, İbrahim Öztürk, Vederson, N'diaye, Adem Koçak (Dk. 90 Ömer Erdoğan), Turgay Bahadır, Batalla (Dk. 46 Tagoe), Ozan İpek (Dk. 70 Ahmet Arı), Bangura
Ertuğrul Sağlam
Beşiktaş: Rüştü, Ekrem Dağ, Sivok, Sidnei, Egemen (Dk. 30 Mustafa Pektemek), Manuel Fernandes (Dk. 60 Veli Kavlak), Mehmet Aurelio, Simao (Dk. 75 Holosko), Quaresma, İsmail Köybaşı, Edu
Carlos Carvalhal
Goller: Dk. 6 Bangura (Bursaspor), Dk. 87 Sivok ve Dk. 89 Holosko (Beşiktaş)
Sarı kartlar: Dk. 36 Basser ve Dk. 62 Serdar Aziz (Bursaspor), Dk. 22 Egemen Korkmaz, Dk. 33 Ekrem Dağ ve Dk. 51 Quaresma (Beşiktaş)
Kırmızı kartlar: Dk. 24 Bangura (Bursaspor), Dk. 79 Quaresma (Beşiktaş)

20 Eylül 2011 Salı

Beşiktaş: 3 - Ankaragücü: 1

“Ölümler ölümlere ulanmakta ustadır...” diyordu şair ve biz bunu sadece bir İsmet Özel dizesi sanıyorduk. Oysa değilmiş; haklıymış şair, ölümler peşinden başka ölümleri sürüklüyormuş...
Cemre'nin pazar sabahı aldığı ölüm haberiydi aslında her şeyi biraz daha sahtekar kılan, biraz daha inandırıcılığını yitirmesine neden olan. Yıllardır şeker hastalığıyla boğuşan anneannesinin kalbi dayanamamıştı artık bu dünyanın yükünü taşımaya ve bir sabah yataktan kalktığında atmayı bırakmıştı. Cemre'nin acısı başka bir ölümün acısıyla birleşti ister istemez. 14 Mart sabahı Efsanevi Kel Şükrü'nün de kalbi ansızın atmayı bırakmıştı. Belli ki bir neden bulamamıştı atmaya, bu dünyada alacak bir nefes kalmamış ona. Ardında derin bir sessizlik bırakarak göçüp gitmişti bu diyardan.
O günden sonra sadece kendim için değil, babam için de içiyor, onun için de maç izliyordum. Ben ne zaman sarhoş olsam onun da damarlarında dolaşıyordu alkol. Ben ne zaman bir gole sevinsem küçük bir gülemseme hapsoluyor dudaklarına ve Fenerbahçeli olduğu bir kere daha hatırlatıyor bana. Biliyordum beni izlediğini, işte bu yüzden sevdiği rakıdan içiriyordum, başkasından değil.
Defin, cenaze, taziye ve daha pek çok kelime, babamın ansızın ölümüyle, ilk defa gerçek anlamlarıyla karşıma çıkmıştı. Cenaze; bir insanın babasının ölümüymüş meğerse, defin; onu toprağa verdiğiniz zamanmış. Mezarlıktan dönmekmiş gerçek yokluk, babanızı ellerinizle bir çukurun içine bırakmak ve sonra da gözlerinizde bir parça yaş, yüreğinizde bir sersemlikle üzerine atılan toprakları izlemekmiş. Ve taziye; insanların sizlere babanızın öldüğünü sürekli hatırlatmasından başka bir şey değilmiş. Günler bu yaşanan sancılı boşluklar ve çaresiz bir ailenin hıçkırıklarıyla geçerken Beşiktaş maçı için Cemre ile Lokal'e oturmuştuk; Lüleburgaz'daydık, bira içiyorduk... Beşiktaş Kayserispor'la oynuyordu ve ben babası ölmüş biri olarak ilk kez maç izliyordum. O maçı 4-2 kazanmıştı Beşitaş. Bu akşam da Cemre'nin içine akan, bana başka ölümleri anımsatan bu yokluğu unutturmak Beşiktaş'a kalmıştı.
İş günlerine alınan Beşiktaş maçları yüzünden hayatımız maça yetişme telaşıyla geçiyordu artık. Beşiktaş çarşısındaki Elma, ne zaman sıkışsak gittiğimiz bir mekan halini almaya başladı. Ne zaman geç kalsak, orada maç izler olduk, ancak girişte aldıkları 10 liralık “hava parası” hakikaten saçmaydı. Zaten yiyip içecek, maç boyunca masamızı boş bırakmayacaktı.
Biz durgun ve hüzünlüydük. Cemre gelen taziye telefonlarını yanıtlıyor, ben Beşiktaş'ı izliyordum. Sivok ve Sindei değişikliği hoşuma gitmişti. Futbolculuğu konusundaki tek fikrim “FM 2010”da “genç yetenekler” arasında olmasıydı. Oyunda giydiremediğim Beşiktaş formasıyla sahadaydı. Bunun yanında yaptığı ilk yaramazlığın şımarıklığını taşıyan yüzü onu daha da bir sempatik kılıyordu gözümüzde.
Bizim durgun ve hüzünlü olmamızın yanında Beşiktaş acemi bir telaşın pençesine düşmüş gibiydi. Bir an evvel skoru değiştirmek istiyordu. Ortasaha kontrolünde tutarken kanatlardan hücüm ediyordu. Simao son üç maça nazaran biraz daha hareketli, Quaresma ise istekliydi. Simao'nun kıpırdanması Beşiktaş'a çift yönlü atak yapma şansı veriyordu, ama sonuç gelmiyordu. Edu'nun yanındaki boşluk hiçbir zaman atak yönünün tersindeki futbolcuyla dolmuyordu. Hal böyle olunca tek forvetin tanımı; stoperler arasında kaybolan adam olarak değişiyordu. Gol belli ki Beşiktaş'ın becerisinden değil, stoperlerin pozisyon hatasından gelecekti. Quaresma'nın istekli oyununa rağmen duran toplar çare oldu skorun değişmesine. Sidnei 38'de skoru Fernandez'in kullandığı serbest vuruşta değiştirdi. Beşiktaş topu sürekli kanatlara oynamak yerine defansın arkasına da pas atabilmeyi başarsa skor daha erken değişebilirdi. Necip Fernandez'e top taşımak dışında biraz daha oyuna katılmalıydı... Ama araya o pasları atacak bir isim şu an için kadroda yoktu. Mustafa Pektemek'in tam olarak hazır olmaması Carvalhal'in elini kolunu bağlıyor olabilir, ama belli ki Almedia'nın alternatifi Edu değil...
İkinci yarıda Cenk, Ankaragücülü futbolcuların para almamalarına rağmen oynadığı futbolu golle süslemeleri için saçma bir hareket yapıp skoru eşitledi. Hatta bu hatasıyla Vedran Runje'ye küçük bir gönderme yaptı.
Bu sahada Ziya Doğan, küme düşürdüğü takımlarla bile Beşiktaş'tan puan almayı başarmıştı. Yine öyle mi olacak derken Sidnei bir kez daha Edu'nun yapamadığını yaptı ve üstünlük sayısını elde etti. Quaresma'nın harika ortasına Mustafa Pektemek kafa vurunca maç 89'uncu dakikada koptu. Beşiktaş'ın böylesine zorluklarla yaşayan rakibi karşısında maçı erkenden koparması lazımdı. Hatta maç hiç zora girmemeliydi, ama malum Beşiktaş her zaman şeytanı azapta tutmayı seviyor.
Ankaragücü, Kenan Evren'in kıyağıyla çıktığı ligde bu yıl, bu şartlar altında tutunamayacak gibi görünüyor. Evren Paşa'nın sadece kötü bir ressam olarak anıldığı Türkiye'de Ankaragücü'nün de kendini yeniden kanıtlaması gerekiyor artık. O zamanki adıyla, “Birinci Lige” çıktığından beri arkasına aldığı iktidar rüzgarı bu yıl yanında değil. Hatta Ziya Doğan'ın bile takımın istikbali hakkında çok umutlu olmadığı gözünden anlaşılıyor.


19/09/2011
Stadyum: Fiyapı İnönü
Hakemler: Tolga Özkalfa, Ali Saygın Ögel, Volkan Narinç
Beşiktaş: Cenk, Ekrem, Sidnei, Egemen, İsmail, Necip (Dk. 57 Mustafa), Aurelio, Quaresma (Dk. 90 2 Hilbert), Fernandes, Simao, Edu (Dk. 85 Veli)
Carlos Carvalhal

Ankaragücü: Özden, Güven (Dk. 46 Tisdell), Rajnoch, Aydın, Uğur, Theo Weeks (Dk. 68 Serdar Özkan), Hürriyet, Kağan, Bilal (Dk. 46 Umut), Özgür, Turgut Doğan
Ziya Dogan

Goller: Dk. 37 ve 81 Sidnei, Dk. 89 Mustafa Pektemek (Beşiktaş), Dk. 53 Tisdell (Ankaragücü)
Sarı kartlar: Dk. 9 Turgut Doğan, Dk. 59 Tisdell, Dk. 63 Uğur, Dk. 65 Kağan, Dk. 80 Hürriyet (Ankaragücü), Dk. 58 Fernandes, Dk. 73 Egemen (Beşiktaş)

18 Eylül 2011 Pazar

Beşiktaş: 5 – Maccabi Tel Aviv: 1

Vaktiyle küçük ama küçük olduğu kadar da bizi çok eğlendiren bir taraftar grubumuz vardı: Erenköy Kartalları… Temellerini Sevin Okyay’ın asistanlığını yaptığım dönemde atmıştık. Sevin Okyay, Ben, Dodi ve Şapşi’den oluşuyordu ilk kadromuz. Dodi’nin eve terk etmesi, Şapşi’nin de kalbinin zayıflığına bakmadan bahçeye sızmış bir köpeğe kafa tutmasıyla iki kişi kalmıştık. Şapşi ve Dodi’den sonra kedisiz kalan eve yenileri eklendi ve “Erenköy Kartalları” gelişiyordu. Cincin ve Marme kedi, Sinan abi de Beşiktaşlı eksiğini tamamlamıştı. Erenköy’den Moda’ya taşındığım halde tüm Beşiktaş maçları için televizyonun karşısındaki sallanan sandalyede yerimi almıştım. Hatta Taraf gazetesinin ilk yıllarında gazeteden kaçıp gidiyor, Elif Kutlu da bir nevi aile ziyareti manası taşıyan bu kaytarmalarıma göz yumuyordu.
Uzun zamandır bir araya gelemiyordu "Erenköy Kartalları". Hafta içi Sevin Okyay’ın terlikten düşmek suretiyle ayak bileğini kırdığını öğrenince Maccabi Tel Aviv maçını orada izlemek farz olmuştu. Cemre yeni işinin ani bastıran yoğunluğu yüzünden Erenköy Kartalları’yla birlikte sahaya çıkamamış, maçı yollayacağım “Beşiktaşımızın golü…” yazarak başladığım kısa mesajlarla takip edecekti.
İşten zamanında çıkamamış ve Söğütlüçeşme’den Göztepe’ye kadar trafiğe takılmıştım. Başlama vuruşunu görmediğim zaman bir türlü havaya giremiyor ve maçtan da yeteri kadar tat alamıyordum. Filmin maçını kaçırmak gibi bir şeydi. Sürekli soru sormak zorunda kalıyordu insan. Makul bir yerde minibüsten inip hızlı hızlı yürüyerek yetiştim maça, kadrolar açıklanmıştı. Artık Sinan abi anlatacaktı kimin nerede oynadığını. Televizyonun karşısındaki sallanan sandalyeye oturdum. Sinan abi her zamanki gibi üçlü koltukta, Sevin Okyay da bileğinden dolayı çalışma masasında değil de derbileri izlediği tekli koltuktaydı. Mehmet Atak ise maçı yer yer bahçeden takip etmeyi seçmişti. Hem futboldan çok hoşlanmaması hem de Fenerbahçe taraftarı olması onu doksan dakika ortamdan uzaklaştırmıştı.

Kilo, göbek, ekmek arası, tost, fast food ve tabii ki bira başlıklı hal hatır olmanın arasında maç başladı ve ben orta sahanın göbeğinde siyahi topçunun Aurelio olmaması için dua ederken rastgele yaptığı vuruş Almedia’ya pas oldu, kalecinin de gayretiyle Beşiktaş ilk golünü attı. İki ülke arasındaki gerginlik futbolu engellemesin diye yapılan çağrılar sonrasında İnönü Stadı en terbiyeli saatlerini yaşıyordu. Barış şarkıları söyleyen basının mağlubiyet sonrasında neler yazacağını merak etmiyor da değildim. Çünkü Beşiktaş önde olmasına rağmen güven vermiyordu. Rakip takım bizim sahaya yayılmış, orta sahada istediği gibi pas yapıyor, yüklendikçe Beşiktaş geriye yaslanıyordu. Takıma yarı sahada kalmasını öğütlenmişti belli ki, Sinan abiyle Tigana döneminin atağa çıkmayan kanat beklerine küçük bir gönderme yaptık. Belli maç böyle devam etmeyecekti, gol yememiz yakın derken, tam da çay almak için mutfağa gittiğimizde Sevin Okyay “gol” diye bağırdı. Ekran karşısında iki dakika ayrılıp golü görememek kadar sevimsiz ne olabilir ki...

İlk yarıyı böyle kapattık, devre arası iş, güç ve kazanın nasıl olduğuna ilişkin sohbetin ardından “Erenköy Kartalları” için maç yeniden başlamıştı. Sinan abi “gol atarlarsa maç zora girer” dedikten sonra Beşiktaş onu haksız çıkarmak için gol yedi. Aslında Simao’nun top oynamak istememesine rağmen ikinci yarının bambaşka olacağı belliydi. Çünkü içerde ne konuşulduysa takım arkaya yaslanmayı bırakmış rakip sahaya yayılmak istiyordu. Orta sahanın kontrolü Beşiktaş’taydı. Ama bu tek forvetli sistem hiç icat edilmeseydi. Bunları düşünürken Beşiktaş formasını bir an evvel üzerinden çıkarıp tesisleri terk etmesini istediğim Aurelio farkı yine ikiye çıkardı. Hemen ardından Quaresma beş kişi arasında kalmış tek Beşiktaşlıya, Egemen’e öylesine güzel bir orta yaptı ki, o da aynı güzellikte bir kafa vuruşuyla maçı Maccabi Tel Aviv için bitirdi. Eski günler, eski maçlar derken Almedia sakatlandı. Yerine yıllar sonra zar zor kurtulduğumuz Nobre’ye benzetilen Edu girdi. Rakibi çalımlamak istedi beceremedi, pas olarak topu attığı yerlerde nedense hiç Beşiktaşlı yoktu. Fernandes farkı artınca stadı sirke çevirmişti. Ona eşlik etmek isteyen Quaresma rakiplerinden tokat yemeye başlamıştı. Hakem birini gördü, diğerini görmedi ama Quaresma artık rakibin sinirini hırpalayan, tahammül edemeyeceği çalımlar atmaya başlamıştı.
Edu’nun golüyle uzun zaman sonra Beşiktaş’ın beş gol attığı bir maçı izlemiştik. Bu Erenköy Kartalları’nın uğuruydu kuşkusuz. Ama Stoke City maçı hala korkutucu duruyor, hatta Erenköy Kartalları’nın uğuru bile yetmeye bilir galibiyete…

15/09/2011
Hakemler: Vladislav Bezborodov, Nikolai Golubev, Viacheslav Semenov (Rusya)
Stadyum: İnönü

Beşiktaş: Rüştü, Ekrem, Sivok, Egemen, İsmail, Simao (Dk. 80 Veli), Necip, Aurelio, Quaresma (Dk. 86 Mustafa), Fernandes, Almeida (Dk. 58 Edu)
Carlos Carvalhal

Maccabi Tel Aviv: Haimov, Vered, Pavicevic, Nivaldo, Yeini (Dk. 46 Itzhaki), Dahan, Kehat, Ziv, Medunjanin, Dabbur (Dk. 46 Atar), Colautti (Dk. 59 Puncec)
Avi Nimni
Goller: Dk. 3 ve 28 Almeida, Dk. 50 Aurelio, Dk. 53 Egemen, Dk. 88 Edu (Beşiktaş), Dk. 49 Kehat (Maccabi Tel Aviv)
Sarı kartlar: Dk. 43 Pavicevic, Dk. 49 Medunjanin, Dk. 56 Nivaldo, Dk. 79 Vered (Maccabi Tel Aviv)

Eskişehirspor: 2 Beşiktaş: 1

Yaz boyunca Beşiktaş maçı izleyememenin yarattığı tüm özlem ve arzuyu Alania Vladikavkaz ile oynanan iki maç bitirmiş, yerini iyi başlanamayacak bir sezonun erkenci burukluğuna bırakmıştı. Zaten şike meselesi yeteri kadar can sıkıyordu, bir de Türkiye Futbol Federasyonu sezonu geç başlatma kararından sonra “play off”u icat edince futbolun tadı iyice kaçmıştı. Eskiden de biliyorduk, popüler deyimle “futbol asla sadece futbol” değildi, ama futbol olmayan kısmı kapılı kapılar arkasında yaşanır bize pek hissettirilmezdi. İşte bu yüzden her maçı izler ve ağlayıp gülerdik. Bizim sevincimiz gerçek, kapalı kapılar arkasında dönenler yalandı o zamanlar. Yani futbol, sadece futboldu bizim için. Bu yıl ilk defa futbol bu kadar başka bir şey olmuştu Türkiye’de. Maçlar satılmış, transferler adice yapılmış ve daha bir sürü şey… Futbol Digitürk’e para kazandırmak için şekil bile değiştirmişti. Artık sahadaki 22 adamı değil, şeref tribününde puro için bir avuç şerefsizi izlemek gerekiyordu. Ama buna rağmen inatla futbol izleyecektik, tüm bu yaşananları doksanar dakika unutmak, doksan dakika “gol” sesinin çıkmasını beklemek isteyecektik. İşte bu yüzden Beşiktaş çarşısında söylenen marşların arasında izlemişti Alania Vladikavkaz maçlarını… Ama gelin görün ki bizim heyecanımız takıma yansımamıştı. İki maç da kaçmış olan tadımızın üzerine tüy dikti. Ama yine de iyi niyetten kurtaramıyorduk kendimizi: “Eskişehir maçı için ölçü olmayacaktı bu maçlar”. Öyle dememiş miydi emanetçi teknik adam!

Türkiye Futbol Federasyonu süsü verilerek Digitürk’e çektirilen fikstürde Beşiktaş’a Eskişehir deplasmanı düşmüştü. Haliyle bu şartlar altında galip gelinmesi zor bir deplasmandı… Birkaç hayali iş icat ederek kanaldan kaçmanın yolunu bulmuş ve Cemre’yle birlikte evde futbol sezonunu açıyorduk. İlk adımı atmıştık işte. Ben ziyadesiyle umutsuz, Cemre ise her şeye rağmen takımın kazanacağından emindi.

Koltuğa gömülüp rakip sahaya geçmeyi rakibe saygısızlık olarak gören bir takımı izlemeye başladık. Maç boyunca bir iki hareket yapıp skoru değiştirecek bir sürü topçumuz vardı aslında. Ama Guti’yi barlardan çıkaramıyor, Bebe’yi de iyileştiremiyorduk. Dede, yaşına rağmen Quaresma’yı kilitlemiş ve fazlasıyla umut bağladığımız sağ kanat çökmüştü. Kanat değiştirmek ise ne Quaresma’nın ne de Carvalhal’in aklına geliyordu. İbrahim Toraman yıllar önce bırakmıştı sağbek oynamayı. Hatta önceki iki maçta beceremeyeceğini herkese göstermişti. İsmail, ağabeyi Deli İbrahim’den aldığı formanın hakkını tam anlamıyla veriyordu. Hatta Deli İbrahim’i aratmıyordu. Sayesinde maç boyunca bol bol küfür edebiliyorduk. Federasyonun yasakladığı küfrü evde serbest bırakmıştık. Her geçen dakika umutsuzluk içinde koltuğa biraz daha gömülürken, Diego kullandığı serbest vuruşu Egemen’e çarptırmak suretiyle beni koltuğun en dibine hapsetti. Maç uygunsuz bir saatte olduğu için karnım açtı ve Cemre’nin açlık karşısında aldığı geçici önlemlerle idare ediyorduk. Bu kadar umutsuzluk içindeki bu takıma bel bağlamış iki meczuptuk artık.

Yine de yılların Beşiktaşlılarıydık. Bazen gol yemek iyi geliyordu bize. Takım silkeleniyor, üzerindeki ölü toprağını atıyor ve bazen maçı bile döndürebiliyordu. Hatta çok uzun zaman önce değil, Ertuğrul Sağlam takımın başındayken her maça zaten yenik başlamıyor muyduk? Sonradan gayretlenip maçı kazanıyorduk işte. Bu iyimserliğimiz arasında golü İsmail attı. Aslında o atmadı da kendinden beklenmeyecek bir pasla Almedia’ya attırdı. Oldum olası hazzetmedim uzun boylu golcülerden. Kaleciden bozma bu arkadaşların gol atmaktan ziyade gol kaçırmak için yaratıldıklarını düşündüm. John Carew’e bile bu yüzden ısınamamıştım. Cemre, bize göre İsmail’in golüne sevinirken ilk yarının bitmesini bekliyordum. Çay içmek istiyordum…


İkinci yarıya çay içerek başladık ve Batuhan’ın oyuna girmesine yine bozulmuştum. Bu şımarık, ziyadesiyle sopalık veledi bir zamanlar desteklediğim için hala utanıyorum. Hatta futbol hayatı bir an evvel bitse de gözden uzak bir iş yapsa diye geçirdim yine içimden. Malum şımarıklığı basına malzeme veriyor ve bu sayede medya onu maymun ediyordu. Ama o mutluydu böyle olmaktan. Beşiktaş alt yapısında spor gazetecilerinden onu mankenlerle tanıştırmasını isterken de mutluydu. Yıllardır Beşiktaş’a gol atmak hırsıyla yanıp tutuşan bu velet yine hiçbir maçta oynamadığı kadar hırslı oynayacaktı. Alt yapısında çıktığı takımdan artık nefret ediyordu. Ve bu nefretin adı onun için profesyonellikti. Bir dönem, artık ilk on birde maça çıkması için adına şarkılar düzen taraftarı da düşman olarak görüyordu. Çünkü Beşiktaş ona başarısızlığını hatırlatıyordu. Ve Batuhan’ın asıl yenmek istediği Beşiktaş değil, şımarıklığı yüzünden takımından kovulan çocuktu, asıl yenmek istediği Mustafa Denizli hocasıydı.


Batuhan’ın oyuna girmesi değildi Beşiktaş’ı yıkan. Yabancı kontenjanı yüzünden Eskişehir yolunu tutan Tello’ydu. Birinci Portekizli çıkarmasının sonucunda bileti kesilmişti. Çünkü Başkan daha hatasıyla yüzleşip Tabata’yı göndermeyi erken göndermeyi başaramamıştı. Onun yerine bu takıma yakın zamanda en çok fayda vermiş yabancı olan Tello’nun bileti kesildi ve o da profesyonellik kisvesi altında Yıldırım Demirören’den küçük bir hesap soracaktı haliyle. Geçen sezon hesabın ilk kısmı sorulmuş ve Beşiktaş’ın boynu bükülmüştü. Kısacası maça girmesin diye dua ediyordum. Bizim gol atmaya niyetimiz yoktu, bari onlar da atmasın istiyordum. Cemre’ye “Tello girerse maçı kaybederiz” dedim. Şom ağzımı açmamla birlikte Tello saha kenarında göründü.

Cemre’yle benim için Tello’nun ayrı bir önemi vardı. Birlikte izlediğimiz ilk maçta Beşiktaş’ın golünü o atmış, maç berabere bitse de onun sayesinde sevinmiştik. Çünkü flört ettiği kadınla izlediği ilk maçı kaybetsin istemez insan. Bol bol gol görüp sevinsin ister. Bize Tello’nun şık golü yetmişti. Hal böyle olunca insan ister istemiz çok kızamıyorduk Tello’ya. Sadece Beşiktaş’ta olmaması biraz canımızı sıkıyordu. Hatta maç boyunca adını bile duyamadığımız Simao’nun yerinde o olabilirdi örneğin. Simao ne zaman aksasa oyuna girerdi. Belli ki sıkılmıyordu yedek kulübesinde ve girip 84’üncü dakikada beraberlik hayallerimizi yıkabiliyordu. Umut besleyemediğim takımdan şimdi tamamen umudumu kesmiştik. Yapacak bir şey yok önümüzdeki maçlara bakacaktık artık…

Göksel Bekmezci’nin yolladığı kısa mesajı maç sonunda gördüm ve haliyle cevap vermedim. Göksel şöyle diyordu: Sporun ve skorcunun dostu Göksel Bekmezci; içeridekilere sabır, sahadakilere başarı, taraftarlara hoş seyir ve Beşiktaşımıza şampiyonluklar diler…


Tarih: 10/09/2011 / 17:30
Hakemler: Bünyamin Gezer – Erdinç Sezertam – Ekrem Kan
Stadyum: Eskişehir Atatürk

Eskişehirspor: Ivesa, Nadaraviç, Sezgin, Dede, Diego, Alper (Dk. 87 Bülent), Veysel, Kamara, Erkan (Dk. 77 Tello), Serdar, Mehmet (Dk. 66 Batuhan)
Michael Skibbe

Beşiktaş: Cenk, İsmail, Fernandez, İbrahim, Sivok, Quaresma, Veli (Dk. 63 Mustafa), Almeida, Necip (Dk. 85 Edu), Simao, Egemen
Carlos Carvalhal

Goller: Dk. 25 Diego, Dk. 84 Batuhan (Eskişehirspor), 45 artı 1 Almeida (Beşiktaş)
Sarı kartlar: Dk. 56 Alper, Dk. 60 Serdar, Dk. 71 Veysel, Dk. 84 Batuhan, 90 3 Kamara (Eskişehirspor), Dk. 17 Veli, Dk. 24 Quaresma, Dk. 60 İbrahim (Beşiktaş)