18 Eylül 2011 Pazar

Eskişehirspor: 2 Beşiktaş: 1

Yaz boyunca Beşiktaş maçı izleyememenin yarattığı tüm özlem ve arzuyu Alania Vladikavkaz ile oynanan iki maç bitirmiş, yerini iyi başlanamayacak bir sezonun erkenci burukluğuna bırakmıştı. Zaten şike meselesi yeteri kadar can sıkıyordu, bir de Türkiye Futbol Federasyonu sezonu geç başlatma kararından sonra “play off”u icat edince futbolun tadı iyice kaçmıştı. Eskiden de biliyorduk, popüler deyimle “futbol asla sadece futbol” değildi, ama futbol olmayan kısmı kapılı kapılar arkasında yaşanır bize pek hissettirilmezdi. İşte bu yüzden her maçı izler ve ağlayıp gülerdik. Bizim sevincimiz gerçek, kapalı kapılar arkasında dönenler yalandı o zamanlar. Yani futbol, sadece futboldu bizim için. Bu yıl ilk defa futbol bu kadar başka bir şey olmuştu Türkiye’de. Maçlar satılmış, transferler adice yapılmış ve daha bir sürü şey… Futbol Digitürk’e para kazandırmak için şekil bile değiştirmişti. Artık sahadaki 22 adamı değil, şeref tribününde puro için bir avuç şerefsizi izlemek gerekiyordu. Ama buna rağmen inatla futbol izleyecektik, tüm bu yaşananları doksanar dakika unutmak, doksan dakika “gol” sesinin çıkmasını beklemek isteyecektik. İşte bu yüzden Beşiktaş çarşısında söylenen marşların arasında izlemişti Alania Vladikavkaz maçlarını… Ama gelin görün ki bizim heyecanımız takıma yansımamıştı. İki maç da kaçmış olan tadımızın üzerine tüy dikti. Ama yine de iyi niyetten kurtaramıyorduk kendimizi: “Eskişehir maçı için ölçü olmayacaktı bu maçlar”. Öyle dememiş miydi emanetçi teknik adam!

Türkiye Futbol Federasyonu süsü verilerek Digitürk’e çektirilen fikstürde Beşiktaş’a Eskişehir deplasmanı düşmüştü. Haliyle bu şartlar altında galip gelinmesi zor bir deplasmandı… Birkaç hayali iş icat ederek kanaldan kaçmanın yolunu bulmuş ve Cemre’yle birlikte evde futbol sezonunu açıyorduk. İlk adımı atmıştık işte. Ben ziyadesiyle umutsuz, Cemre ise her şeye rağmen takımın kazanacağından emindi.

Koltuğa gömülüp rakip sahaya geçmeyi rakibe saygısızlık olarak gören bir takımı izlemeye başladık. Maç boyunca bir iki hareket yapıp skoru değiştirecek bir sürü topçumuz vardı aslında. Ama Guti’yi barlardan çıkaramıyor, Bebe’yi de iyileştiremiyorduk. Dede, yaşına rağmen Quaresma’yı kilitlemiş ve fazlasıyla umut bağladığımız sağ kanat çökmüştü. Kanat değiştirmek ise ne Quaresma’nın ne de Carvalhal’in aklına geliyordu. İbrahim Toraman yıllar önce bırakmıştı sağbek oynamayı. Hatta önceki iki maçta beceremeyeceğini herkese göstermişti. İsmail, ağabeyi Deli İbrahim’den aldığı formanın hakkını tam anlamıyla veriyordu. Hatta Deli İbrahim’i aratmıyordu. Sayesinde maç boyunca bol bol küfür edebiliyorduk. Federasyonun yasakladığı küfrü evde serbest bırakmıştık. Her geçen dakika umutsuzluk içinde koltuğa biraz daha gömülürken, Diego kullandığı serbest vuruşu Egemen’e çarptırmak suretiyle beni koltuğun en dibine hapsetti. Maç uygunsuz bir saatte olduğu için karnım açtı ve Cemre’nin açlık karşısında aldığı geçici önlemlerle idare ediyorduk. Bu kadar umutsuzluk içindeki bu takıma bel bağlamış iki meczuptuk artık.

Yine de yılların Beşiktaşlılarıydık. Bazen gol yemek iyi geliyordu bize. Takım silkeleniyor, üzerindeki ölü toprağını atıyor ve bazen maçı bile döndürebiliyordu. Hatta çok uzun zaman önce değil, Ertuğrul Sağlam takımın başındayken her maça zaten yenik başlamıyor muyduk? Sonradan gayretlenip maçı kazanıyorduk işte. Bu iyimserliğimiz arasında golü İsmail attı. Aslında o atmadı da kendinden beklenmeyecek bir pasla Almedia’ya attırdı. Oldum olası hazzetmedim uzun boylu golcülerden. Kaleciden bozma bu arkadaşların gol atmaktan ziyade gol kaçırmak için yaratıldıklarını düşündüm. John Carew’e bile bu yüzden ısınamamıştım. Cemre, bize göre İsmail’in golüne sevinirken ilk yarının bitmesini bekliyordum. Çay içmek istiyordum…


İkinci yarıya çay içerek başladık ve Batuhan’ın oyuna girmesine yine bozulmuştum. Bu şımarık, ziyadesiyle sopalık veledi bir zamanlar desteklediğim için hala utanıyorum. Hatta futbol hayatı bir an evvel bitse de gözden uzak bir iş yapsa diye geçirdim yine içimden. Malum şımarıklığı basına malzeme veriyor ve bu sayede medya onu maymun ediyordu. Ama o mutluydu böyle olmaktan. Beşiktaş alt yapısında spor gazetecilerinden onu mankenlerle tanıştırmasını isterken de mutluydu. Yıllardır Beşiktaş’a gol atmak hırsıyla yanıp tutuşan bu velet yine hiçbir maçta oynamadığı kadar hırslı oynayacaktı. Alt yapısında çıktığı takımdan artık nefret ediyordu. Ve bu nefretin adı onun için profesyonellikti. Bir dönem, artık ilk on birde maça çıkması için adına şarkılar düzen taraftarı da düşman olarak görüyordu. Çünkü Beşiktaş ona başarısızlığını hatırlatıyordu. Ve Batuhan’ın asıl yenmek istediği Beşiktaş değil, şımarıklığı yüzünden takımından kovulan çocuktu, asıl yenmek istediği Mustafa Denizli hocasıydı.


Batuhan’ın oyuna girmesi değildi Beşiktaş’ı yıkan. Yabancı kontenjanı yüzünden Eskişehir yolunu tutan Tello’ydu. Birinci Portekizli çıkarmasının sonucunda bileti kesilmişti. Çünkü Başkan daha hatasıyla yüzleşip Tabata’yı göndermeyi erken göndermeyi başaramamıştı. Onun yerine bu takıma yakın zamanda en çok fayda vermiş yabancı olan Tello’nun bileti kesildi ve o da profesyonellik kisvesi altında Yıldırım Demirören’den küçük bir hesap soracaktı haliyle. Geçen sezon hesabın ilk kısmı sorulmuş ve Beşiktaş’ın boynu bükülmüştü. Kısacası maça girmesin diye dua ediyordum. Bizim gol atmaya niyetimiz yoktu, bari onlar da atmasın istiyordum. Cemre’ye “Tello girerse maçı kaybederiz” dedim. Şom ağzımı açmamla birlikte Tello saha kenarında göründü.

Cemre’yle benim için Tello’nun ayrı bir önemi vardı. Birlikte izlediğimiz ilk maçta Beşiktaş’ın golünü o atmış, maç berabere bitse de onun sayesinde sevinmiştik. Çünkü flört ettiği kadınla izlediği ilk maçı kaybetsin istemez insan. Bol bol gol görüp sevinsin ister. Bize Tello’nun şık golü yetmişti. Hal böyle olunca insan ister istemiz çok kızamıyorduk Tello’ya. Sadece Beşiktaş’ta olmaması biraz canımızı sıkıyordu. Hatta maç boyunca adını bile duyamadığımız Simao’nun yerinde o olabilirdi örneğin. Simao ne zaman aksasa oyuna girerdi. Belli ki sıkılmıyordu yedek kulübesinde ve girip 84’üncü dakikada beraberlik hayallerimizi yıkabiliyordu. Umut besleyemediğim takımdan şimdi tamamen umudumu kesmiştik. Yapacak bir şey yok önümüzdeki maçlara bakacaktık artık…

Göksel Bekmezci’nin yolladığı kısa mesajı maç sonunda gördüm ve haliyle cevap vermedim. Göksel şöyle diyordu: Sporun ve skorcunun dostu Göksel Bekmezci; içeridekilere sabır, sahadakilere başarı, taraftarlara hoş seyir ve Beşiktaşımıza şampiyonluklar diler…


Tarih: 10/09/2011 / 17:30
Hakemler: Bünyamin Gezer – Erdinç Sezertam – Ekrem Kan
Stadyum: Eskişehir Atatürk

Eskişehirspor: Ivesa, Nadaraviç, Sezgin, Dede, Diego, Alper (Dk. 87 Bülent), Veysel, Kamara, Erkan (Dk. 77 Tello), Serdar, Mehmet (Dk. 66 Batuhan)
Michael Skibbe

Beşiktaş: Cenk, İsmail, Fernandez, İbrahim, Sivok, Quaresma, Veli (Dk. 63 Mustafa), Almeida, Necip (Dk. 85 Edu), Simao, Egemen
Carlos Carvalhal

Goller: Dk. 25 Diego, Dk. 84 Batuhan (Eskişehirspor), 45 artı 1 Almeida (Beşiktaş)
Sarı kartlar: Dk. 56 Alper, Dk. 60 Serdar, Dk. 71 Veysel, Dk. 84 Batuhan, 90 3 Kamara (Eskişehirspor), Dk. 17 Veli, Dk. 24 Quaresma, Dk. 60 İbrahim (Beşiktaş)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder